BİR TOPLUMSAL HATIRLAMA PRATİĞİ OLARAK MÜZİK

“Hafıza-ı beşer nisyan ile mâlüldür” der eskiler. Yâni,”insan hafızası unutmayla sakatlanmıştır’’. Hâfıza, kaydetme ve çağırma gibi iki temel dinamikle çalışmaktadır. İnsanın kişisel hâfızası olduğu gibi, toplumların da ortak bir hâfızası vardır ve bu alan yazılı veya sözlü tarih, gelenek ve ritüeller, davranış ve kültür edimleri ile şekillenir; bütün bunların çeşitli yöntemlerle tekrarlanmasıyla da beslenip korunur ve taşınır.

Kapsayıcı bir kültür öğesi olması bakımından, geleneksel halk müziğimiz, toplumsal hafıza alanımızın en önemli unsuru olarak görülebilir.

‘’Müzik sözcüğü eski Yunan dilinde Milat’tan önce 700’ de ozan Heseidos tarafından ilk kez kullanıldığı düşünülen ‘’Musiké tekhné ’’  yani ‘’Musalar sanatı’’ sözcüğünden türemiştir. Musalar, yaradılışın nasıl olduğunu müzikli şiirlerle anlatan Zeus’un dokuz kızıdır. Zeus’un bu dokuz kızının anneleri ise tanrıça Mnemosure’ dür.’’  (Platon’da müzik. Nesrin Akan sf.56)

Bellek (mneme) ile ilgili becerilere sahip olduklarına inanılan Musaların, becerilerini anneleri tanrıça Mnemosure’den edinmiş oldukları,  kelimenin köküne bakıldığında rahatlıkla anlaşılabilmektedir.

Bunun yanında, içinde bugünkü anlamıyla müzik kavramının da bulunduğu bu dokuz beceriye mutlak surette belleğin eşlik ettiği böylece temellendirilmiş olur.

Bu bağlamda, en önemli ve kapsayıcı unsur olarak müziği de içeren hikâyeler, destanlar, ritüeller, masallar ve inanç mitleri gibi toplumsal kültür ürünleri, icra pratiğiyle ve aktarımla, belleği diri tutmayı sağlayan hatırlama araçları olarak görülebilirler. Bu araçların işlevi, basit bir hatırlamadan ziyade, geçmişi yeniden yorumlamak, anlamlandırmak olarak değerlendirilmelidir. 

Kültürel bellek, bir toplumun kültürünü koruyarak ona süreklilik kazandırır. Böylelikle bir önceki kuşaktan aktarılan kolektif bilgi, bir sonraki nesil için kültürel kimliği yeniden yapılandırmış olur.

‘’Kültürel bellek biyolojik olarak devredilemediği için, kuşaklar boyunca canlı tutulması gerekir. Bu, anlamın kaydedilmesi, canlandırılması ve ifade edilmesi yani kültürel bellek tekniği ile yapılır. Bu tür kültürel bellek tekniğinin işlevi, sürekliliğin ve kimliğin devamının sağlanmasıdır. Kimlik kolayca anlaşılacağı üzere bir bellek ve hatırlama sorunudur’’ (Jan Assman- Kültürel bellek- çev.Ayşe Tekin sf. 91)

Geleneğin ve bağlı olarak bunun bir ögesi olan geleneksel müziğin, toplumsal bellek üzerinde oluşturduğu yatırımlar ve birikimlerin yeni kuşaklara aktarılabilmesi tekrarlanmayla, icra pratiğiyle mümkündür. Bu bakışla, türkü söylemek, aslında kimi zaman toplumsal sözlü tarihin dinamik bir aktarımı için en uygun yoldur. Bu aktarım, kuşaklar boyu devam etmesi istenilen bilgi, deneyim, inanç, ve gelenek sürekliliği ile toplumların kimlik aidiyetini korumayı amaçlar. Örneğin, bir doğal ya da sosyal felaketin bir türkü içinde anlatılması, sonraki zamanlar için bu felakete dair önlemler alınmasını, sebepler üzerine düşünülmesini sağlayacak bir bellek kaydı oluşturur. Aslında ağıtların, destanların asıl konusu ve işlevi de budur. Anadolu halk müziği repertuarı böyle sayısız örneklerle doludur.

Zaman zaman resmi yazılı tarih ile halkın sözlü tarihi ve ağırlıklı olarak bu sözlü tarihin bir unsuru Olarak türküler aynı şeyleri söylemezler. Connerton, bu konuyla ilgili şöyle der :‘’ Yönetilen grupların sözlü tarihi, bir başka tarih türü türetecektir. Bu, ayrıntıların çoğunun birbirine benzemeyeceği bir tarih olmakla kalmayacak; aynı zamanda, doğrudan doğruya bir anlam taşıyan biçimlerin kuruluşunun farklı bir ilkeye dayanacağı bir tarih olacaktır”. (Paul Connerton- Toplumlar nasıl anımsar? çev.Alaeddin Şenel sf.35) 

Bir örnek verecek olursak; Tarihçilerin ‘’Muhteşem yüzyıl’’ olarak adlandırdıkları Kanuni Sultan Süleyman dönemini işaret eden Osmanlı 16. yüzyılının, kimi tarihçilerin bakış açılarıyla – halk tarafından bakıldığında – pek de ‘muhteşem’ görünmediği ifade edilmektedir. Celali isyanlarını da konu alan ‘’Türk halkının dirlik ve düzenlik kavgası’’ adlı eserinde  Mustafa Akdağ ‘ dönemin vergi sistemini anlatırken şöyle diyor ’’Bu vergi sistemi birinci derecede zirai ekonomiye dayanmış yalnız çiftçi halkı ‘’raiyyet’’ yani vergi mükellefi olarak kabul etmişti. Şehirlerin ticari faaliyeti üzerine konan ‘’resimler’’ ehemmiyetsiz kalıyordu. Şu halde kanunnamelerin akçe ile değiştirilmeleri çiftçi halkın yükünü artırmaktan başka bir şey olmayacaktı. Halbuki zirai ekonomi kriz geçiriyordu ve çiftçi perişandı’’.(Mustafa Akdağ a.g.e. sf. 52 )

16. Yüzyıl’da belirginleşen ve sonrasında devam eden  ekonomik açıdan bu olumsuz görünüm halk ve saz şairlerinin dizelerinde çokça yer bulmuştur. Örneğin 18.Yüzyıl halk şairi Kabasakal Mehmet, kendi döneminin vergi sistemini şu dizelerle nakletmiştir:

‘’Yiyiciler akça ister cereme

Verilen malımız gelmez kaleme

Perişanlık sayi oldu aleme

Kullarına imdat kılın efendim

Akşam olur yiyiciler derilir

Fukara kulların kusurun bulur

Haftada hem üçyüz kuruşun alır

Keyfiyet halimiz bilin efendim’’

Yüz yıl sonra Şarkışla’lı Serdari, kendi döneminin sosyo ekonomik yapısını aşağıya sadece iki dörtlüğünü aldığımız çok bilinen uzunca bir destanla toplum hafızasına kaydetmiştir.

’Nesini söyleyim canım efendim

Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim

Arz-ı hal eylesem deftere sığmaz

Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim

Sefil irençberin tebdili şaştı

Borç kemalin buldu boyundan aştı

İntikal parası binleri geçti

Dahi doğrulamaz belimiz bizim’’

Anadolu’nun görüp geçirdiği nice savaş, kıtlık, kıran, iskân/sürgün, deprem, felaket ve yanı sıra baskı, halk şairlerinin, destancıların dillerinden toplum hâfızasına işlenmiş ve müzik yardımıyla da kuşaklar boyunca taşınarak, zengin bir toplumsal bellek kaynağı oluşturmuştur.

Bu kaynak, dinamik ve yetkin bir aktarım ve bu aktarımı sağlayacak aktarıcılara ihtiyaç duyar çünkü ’’ Geçmiş kendiliğinden oluşmaz, kültürel yapının ve temsilin sonucudur; her zaman özel motifler, beklentiler, umutlar ve hedeflerle desteklenir ve şimdiki zamanın çerçevesi ile biçimlendirilir ’’. (Jan ASSMAN- a.g.e.  sf 91) Bu aktarım sürecinde  âşıklar, ozanlar, destancılar vazgeçilmez ve ‘dinamik’ temsilciler olarak yer alırlar. Bu temsil sebebiyle geleneksel Anadolu müziği, toplumsal kimliğin var edilmesi, korunması ve sürdürülmesi çerçevesinde kendisinin ve bünyesinde barındırdığı  diğer aktarım araçları olan sözlü gelenekler, inançlar, mitler ve ritüellerin gücünü yansıtan bir öneme sahiptir.

Toplumsal kimliğin ve hafızanın inşasında temel olan dil, vazgeçilmez bir aktarım aracı olmakla birlikte aynı zamanda hatırlamanın kapılarını açan önemli bir anahtardır da. Anadolu’da dil en arı ve yaşayan haliyle halk söylenceleri ve türkülerin içinde varlığını sürdürmüştür. Türkülerle taşınan lehçeler, kelime dağarcığı ve anlam dünyası, toplumsal kimliğin sürdürülmesi ve hatırlatılması bakımından vazgeçilmezdir.

Zengin bir dile ve kelime dağarcığına sahip olmak, aynı zamanda topluma kendini ifade edebilme gücü ve zenginliği kazandırır. Bunun kaybedilmesinin yeni kuşaklar için oluşturduğu ifade güçlüğü ve kavram dünyası kıtlığı gibi üzücü  sonuçlar, günümüzün can yakıcı sorunlarındandır.

Alphonse Daudet ‘’Son ders’’ adlı öyküsünde, dilin önemini anlatmak için öğretmen Mösyö Hammel’e şöyle söyletir : “Bir ulus tutsaklığa düştüğünde, diline sahip oldukça, zindanının anahtarı kendi elinde demektir’’.

Üstten ve kitleci bir tasarımla, müzik ‘’evrensel’’ olur mu?

Her yönüyle global bir entegrasyona tabi tutulmuş dünyada müziğin, elbette ki bu durumdan en fazla etkilenen kültür unsurlarının başında gelmesi kaçınılmazdır.

Çünkü çoğaltılabilir olma süreciyle başlayan ve bugün dijital olarak dağıtılmasına varan süreç, müziği ‘’kültür endüstrisinin’’ vazgeçilmez bir “unsuru’’ haline getirmiştir. Bu durum da kaçınılmaz olarak müziğin, aynı zamanda ticari bir meta olarak pazara sunulmasını ve pazar belirleyicilerin filtreleme, yönlendirme, biçimlendirme gibi müdahalelerinin etkilerine karşı  savunmasız kalmasını sağlamıştır.

Modernitenin özünü oluşturan ekonomik gelişme ve ‘piyasa koşulları’, alınır satılır durumdaki her şeyin sürekli güncellenmesini ve bir kısmının da zaman içinde modası geçmiş varlıklara dönüşmesini gerekli kılar. Geleneksel müzikler tarafından bakıldığında bu durum “varoluşsal” bir çelişkiyi ortaya koymaktadır.

’Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer’’ (Berman  1994: 11-(Sosyoloji dergisi sayı 33 -2016 sf.57 de aktaran Pelin Önder Erol))

Heterojen toplumsal kültürlerin varlığı; yani bir bakıma bu toplumların bellekleri, iktidarın “kültürel hegamonya” alanı içinde baş edilmesi gereken sorunlar olarak görülür ve toplumlar kitle kültürü baskısıyla  entegrasyona  tabi tutulurlar. Çünkü toplumsal bellek, ele geçirenin tohumlarını ‘’ekmesi gereken’’ bir iktidar alanıdır. Bu tasarruf bir yandan kültür endüstrisine aynılaştırılmış bir alıcı kitlesi oluştururken iktidar erklerine de sürdürülebilir bir iktidar meşruiyeti alanı açacaktır.

Daha önceden de söylemeye çalıştığımız üzere müzik, kapsayıcı bir kültür öznesi olarak kültür endüstrisinin sürekli hedefinde olan ve kitleselleştirme yönlü manipülasyonlarına açık bir piyasa ürünüdür artık. Müziğin alıcısı olan kitle, beğenileri bakımından kolay ulaşılabilir ve daha az çeşitlilik içeren talepleri aracaılığıyla, neredeyse tek tipleştirilmiş olarak görülmek ve böyle yapılandırılmak istenir. Adorno bu durumu şöyle ifade eder: “Kültür endüstrisi, müşterilerin kasten ve tepeden bütünleştirilmesidir. Binlerce yıl boyunca birbirinden ayrılmış yüksek ve düşük kültür alanlarını da birleşmeye zorlar -her ikisinin de zararına olacak şekilde – Yüksek kültürün, etkileri üzerinde spekülasyon yapılarak, ciddiyeti ortadan kaldırılır; düşük kültürün, toplumsal denetim bütünsel olmadığı sürece barındırdığı haşarı isyankarlık ise uygarlaştırıcı dizginleme yoluyla yok edilir.’’ (Theodor W. Adorno Kültür endüstrisi Kültür yönetimi-Sunuş J.M.Bernstein  Çeviri: Nihat Ülner-Mustafa Tüzel-Elçin Gen sf.33)

Şimdilerde vazgeçilmiş olsa da ’’etnik müzik’’ kavramı, yüksek müzik kültürünü ifade eden batı uygarlığına özgü müziğin dışında kalan müziğe atfedilen ve bu bağlamda kategorik bir sınıflandırmayı da ifade eden bir kavramdır.

Genel olarak bakacak olursak bu tanımlamanın içine, halkların geleneksel müzikleri girmektedir. Yani bir diğer anlamıyla, söz konusu halkların kendilerine özgü toplumsal belleklerini oluşturan kültür ögeleri, bu tanımın muhatabı olmaktadır.

Adorno’ya göre ‘’sahte bir uzlaşmayla’’ üstten tekleştirme çabasındaki kitle kültürü dayatması, müzik endüstrisini pek maharetlice kullanarak ‘’homojen’’ bir müzik beğenisi oluşturmak, ve global kitle kültürü içindeki pazara bu beğeniye yönelik ürünler sunmak ve yapay biçimde oluşturulmuş bir ‘’alt kategoride’’ ise etnik müzik unsurları yaratmak çabasındadır ki bu çaba ticari bir uğraş olma yanında, toplumların dönüştürülmesine yönelik de bir harekettir aynı zamanda.

Çünkü “ baskın” olanın “norma”,  norm olanın da’’evrensele’’ dönüşmesi ve kitleler tarafından kabulü, kaçınılmaz bir olgu ve toplumsal dönüşümün yolu olarak iktidarlar tarafından hedeflenecektir.

‘’Müzik evrenseldir ‘’ kavramına romantik anlamının dışında, bir de bu yönüyle bakmak gerekir.

Toplumsal belleğimizi koruyan müziği, nelerden korumalıyız?

Bana kalırsa halk ve saz şairlerinin asırlardır ortaya koydukları eserlerin bu gün ortaya çıkan benzer eserlere göre en önemli farkı, “kendiliğinden’’ bir yaratım sürecine bağlı olarak ortaya çıkmış olmalarıdır. Oysa bugün endüstri ürünü olarak ortaya konulan müzik eserleri, kendiliğinden oluşmayan, tema çeşitliliği taşımayan, gündelik hayat içinde var olan gerçeklikle “tam bir uyum” içinde ve bu yönüyle sanatın “başka bir gerçeklik’’ ütopyasına sırt çevirmiş “yaratıcısının” ve pazarlayıcısının geçimini sağlayan ürünler olarak tasarlanırlar.

Piyasa koşullarına göre yeniden tekrarlanan ya da ‘’cover’’ lanan geleneksel müzik eserleri, standardize bir beğeni, anlam ve algılayış çerçevesine oturtulmakta ve tarihsel bağlamıyla ilişkileri ortadan kaldırılmaktadır.

Toplumsal  koşullar, eskisi gibi kültürel- tarihsel bir sorumlulukla ‘’kendiliğinden’’ bir tanıklık ve yaratım sürecini devam ettirebilecek sanatçıları maalesef çokça var edemedi. Bu yüzden geleneksel müzik süreci de – birkaç örnek dışında- yaratım süreci açısından ne yazık ki müzik endüstrisinin tuzaklarından kurtulamadı.

Peki piyasa koşulları içinde kimlik ve niteliğini yitirmeye zorlandığını düşündüğümüz geleneksel müzikler, çeşitli devlet kurumları tarafından, (ülkemizde T.R.T. kurumu , Kültür bakanlığı, konservatuarlar gibi) toplumsal –kültürel kimliğin korunması adına himaye görüp, kollanamaz, sürekliliği sağlanamaz mı? Bu durumu mümkün kılacak veya engelleyecek süreç nasıl işlemektedir? Bu soruya çözüm aramak için tekrar iktidar-kültür ilişkisine bakmak gerekmektedir.

Siyasetin belirlediği devlet yönetimi, bir iktidar alanıdır. Devlet, toplumsal-kültürel yapıyı bu iktidar alanı içinde tutmayı yeğleyecek, tasarladığı toplumsal yapıya uygun, gerekirse dönüştürücü ve kendi kalıcılığına hizmet edecek kültürel yatırımlar yapacaktır. Somut olarak söylemek gerekirse iktidar, kurulmak istenen iktidar alanını güçlendiren ve bu bağlamda “duymak isteyeceği” sesleri teşvik edecek ve destekleyecektir.

Anılan kurumlarda örnekleri çokça görüldüğü gibi liyakatsizlik, sansür, görmezden gelme, yok sayma, tahrif etme gibi davranışlar, günün sosyal-politik ortamına uygun biçimde, toplumsal hafızayı şekillendirmek üzere uygulanacaktır.

Platon ‘’devlet’’ eserinde bu durumu şöyle ortaya koyuyor. ‘’Devlete kabul edilmeyen şairler, ancak iyi insanları ve erdemli davranışları taklit etmeleri ve izleyicilerde hoş duygular oluşturmaları ve yararlı olmaları halinde ideal devlete kabul edilebileceklerdir.’’ Yine PlatonHomeros ile ilgili olarak da “Sadece tanrılara adanmış ilahilerle iyi insanları öven methiyelerden başka hiçbiri devletimize girmeyecektir’’  demektedir .(Nesrin Akan-a.g.e. sf.50)

Bu durum “ ideal” bir toplum ve “başka bir gerçeklik” ütopyasına sahip olması gereken sanatın bir kolu olarak müziğin, devlet tarafından destek ve teşvik görmesini sorunlu hale getirmektedir.

Hayatı boyunca çeşitli devlet destekleri önerilen ama hiçbirini kabul etmeyen Ernest Hemingway’ in “Sanat, devlete bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir’’ sözü belki bu durumu en güçlü şekilde özetleyebilir.

Asıl olarak sanata ve müziğe hâkim olan yaratma güdüsü, endüstrinin bir parçası olduğunda, geçinme, daha fazla kazanma, en büyük satış rakamlarına ulaşma gibi başka güdülerle sakatlanır. Müzik böylece sakatlanmış, “kendiliğinden oluşma’’ özelliğinden yoksun bir kitle kültürü ürünü olarak tasarlandığında, tarihsel ve kültürel hafızayı bu ürünlerle biçimlendirmek, aynı zamanda geçmişin bilgisiyle güncel toplumsal bellek arasındaki mesafenin de açılmasına sebep olacaktır.

Böylesi bir durum, Suriye ve Irak’ta, “IŞİD” ismindeki “ kiralık terör örgütü eliyle, kadim kültürlere ait antik kentlerin tahrip ettirilmesinin sonucu olarak, yeni kuşaklar üzerinde oluşması istenen kültürel köksüzlük ve belleksizlikten daha az zarar verici değildir.

Toplumsal açıdan geleneksel değerlerin çözülmesi, yaratılmak istenen kitle kültürü için sıradanlığın yüceltilip vasatlığın övülmesi, kadim geleneklere ve tarihsel-toplumsal hafızaya yüz çevrilmesi, “yalnızlık ve yönsüzlük” duygusunu kaçınılmaz olarak yeni kuşakların gerçekliği haline getirecektir. Bugün geleneksel müzikler konusunda korumacı ve geliştirmeci bir anlayışla kültürü aktarmaya çalışan müzisyenlerin varlığından elbette söz edilebilir ancak ne yazık ki endüstrinin aygıtlarını kullanmadan ve tuzaklarına düşmeden insanlara ulaşmak artık her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. Önceki dönemlerde ‘’kendiliğinden’’ oluşturdukları eserleri halkla paylaşan ozanlar, bunu bir meslek olarak gören insanlar değillerdi. Bu paylaşımın sonucunda halkın verebildikleriyle yetinir, geçinmek için onların da diğer insanlar gibi başka uğraşlarda bulundukları olurdu. Toplumla aralarındaki bu aracısız alışverişte “patronaj” fikri daima sanatçı ve halk arasında oluşurdu. Bu da zamanın gerçekliğinin oluşturulması ve toplumsal hafızayla taşınması bakımından özgür bir ortamı var kılıyordu.

Çeşitli resmi kurumlaştırmaların ve desteklerin bu alana verebileceği zararlara biraz değinilmiş olunmakla birlikte, Anadolu müzik geleneğinin tüm varlık sebepleriyle sürdürülebilmesine, aktarılmasına ve hatta organik bir yapı olarak üretim sürecinin devam ettirilmesine yönelik neler yapılabileceği önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Açıkçası çok somut önerilerim yok. Bununla birlikte,  geleneğe bağlı olmanın eskiye körü körüne bir tapınmadan ziyade, gelenek ateşine odun taşıma fikri olarak değerlendirilmesi belki bir başlangıç noktası olarak düşünülebilir.

Bu bakış açısıyla geleneği temsil ettiğini düşünen herkesin, bu durumla ilgili düşünmeleri ve sadece başarıyla tekrarlamanın dışında, günceli de toplum hafızasına işleyecek ürünler yaratmalarının ortak bir sorumluluk olması gerektiğine inanıyorum. Bunu sağlayacak iyi niyetli, “kendiliğinden oluşan”’ bir sanat gücüne, çabaya ve donanıma sahip olmak ise kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak görünmektedir.

Sivil toplum kuruluşları ve kültür-müzik faaliyetleri üzerinde çalışan yöresel dernekler de bu çabayı teşvik edecek bir anlayışla düzenledikleri kimi organizasyonlar, yarışmalar, eğitim programları ve paylaşım çalışmalarıyla bu alana destek olabilecek yapılar olarak görülmeli, desteklenmeli ve işlevlendirilmelidir.

Devlet ve siyaset alanını temsil eden kurumların, ticari hedefleri olan sponsorlukların ve müzik endüstrisinin bir parçası olmuş müzisyen- besteci-yapımcı-yorumcu birlik ve derneklerinin söz konusu ettiğimiz “toplumsal hâfıza” temelli bakışa – kendi iktidar alanlarını koruma çabaları dışında – katkıları olabileceği konusunda fazla iyimser değilim.

İlk gençliğimde okuduğum ama şimdilerde bulamadığım, şairini hatırlayamadığım bir şiir çevirisi hafızamda kaldığı kadarıyla şöyleydi:

’Halkın kültürü yağma ediliyor

Halkın diline ihanet ediliyor

Tıpkı parasına edildiği gibi

Bu yüzden sevda türkülerim önemli.’’

Hatırlamak ve hatırlatmak için türkü söylemek yani ’’türkü çağırmak’; şimdilik elimizden gelen bu.

https://gorus21.com/bir-toplumsal-hatirlama-pratigi-olarak-muzik/

Bir cevap yazın

Scroll Up